00
|
||
Milliyetçilik ve Millet Üzerine Gerçekler | ||
Mustafa Mete Islamoglu | ||
KONUYA GİRİŞ: Bu yazıyı düşünerek ve dikkatlice okuyunuz.. 1.Millet Kavramı İlkçağda Platon’un “Devlet” adlı eseriyle başlayan siyasal sistem projeleri, Ortaçağda Augustinus’un “Tanrı Devleti” ile yeni bir düşünsel içerik kazanmıştır. Daha sonra Rönesans hareketleriyle değişen ve yeniden şekillenen seküler dünyaya özgü kavramlarla J. Locke ve J. J. Rousseau’da daha farklı bir karakterle siyasal sistem projeleri devam etmiştir.
Ancak en temel farklılık bizim ülkemizde milliyetçilik, milletin değerlerine yapmış olduğu atıf ve toplumun tarihsel mirasına gösterdiği bağlılığı içselleştirmiş ve Türk-İslam Ülküsü şeklinde teorik bir temele oturmuştur. Tanzimat’tan günümüze yeni bir siyasal sistemin benimsenmesinde millet temel referans olarak değerlendirilmiş ve dil, din, sanat gibi millete ait değerler milletin bileşenleri olarak kabul görmüştür. Namık Kemal ve Ziya Paşa gibi halkın konuştuğu dil ve kayabaşı şiirlerin milletleşme sürecinde üstlendiği işlev, milletin dayandığı yeni siyasal ve toplumsal zemini göstermesi bakımından anlamlıdır. Toplumun bu hassasiyeti dikkate alındığında Cumhuriyetin de devlet bünyesinde Diyanet İşleri Başkanlığı, Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu gibi temel kurumlara yaslanması bunu işaret etmektedir.
2.Milliyetçilik Tanımları ve Dil Milliyetçilik söz konusu olduğunda tartışılan bazı temel kavramlar ve bu kavramlar etrafında dile getirilen çeşitli sorular vardır. Bu kavramlar, millet, dil, kültür, etnisite vs. iken, sorular, ulusun modern bir olgu olup olmadığı noktasında düğümlenmektedir. Ulusu modern bir olgu olarak kabul etmek, tarihsel bir arka planının olmadığını veya bu arka planın net olmadığını kabul etmek anlamına gelmektedir. Ulusun modern bir olgu olduğunu yadsımak ise ulusun ve ulusçuluğun doğal, tanrı vergisi bir durum olduğunu teyit etmektir. Ulusun modern olduğunu savunan düşünürlere göre, ulusları milliyetçilik yaratmıştır. Bunun aksini savunmak ise mümkün değildir. Uluslar ve onunla ilişkili olan her şeyin temel niteliği modernliğidir. Uluslar ve milliyetçilik 18. ve 19. yüzyıllarda Batı Avrupa’da yaşanan siyasal ve toplumsal gelişmelerin doğal bir sonucudur.
Geçmiş zamanlarda bu tür süreçler yaşanmadığından milletlerden bahsetmek mümkün değildir. Örneğin, ulusçuluk konusu üzerine çalışma yapmış olan düşünürlerden, Ernest Gellner’e göre, milliyetçilik, “ulusların kendini bilerek uyanışı değildir. Milliyetçilik, ulusun olmadığı yerde onu icat eder”. Gellner’in iddia ettiği bir diğer konu ise, devletsiz toplumlarda milliyetçilik meselesinin ortaya çıkamayacağı; milliyetçiliğin ileri sürdüğü yönetilenler ile yönetenlerin aynı ulustan olması gerektiği iddiasının devlete sahip olmayan toplumlara sorulamayacağı iddiasıdır. Modern bir olgu olarak gördüğü ulusu; insanların aynı kültürü paylaşıyor olmaları ve bu insanların birbirlerini aynı ulusun bir ferdi olarak tanıyor olmaları şeklinde tanımlayan Gellner’e karşılık E.J.Hobsbawm, ulus tanımlamasında ne kültür ne dil ne de ulusçuluğun herhangi bir paradigmasının merkeze alınamayacağını, zira ulusun, tamamıyla bir inşa olduğu ve bugüne kadar inanılmış olanın aksine ulusların devleti değil, devletlerin ulusu ortaya çıkardığını savunur. Bu bakış açısından Hobsbawm, ulusu; tarihsel bakımdan yakın döneme ait bir toplumsal birim olarak görür.
Gellner’e atfen Hobsbawm, ulus olgusunun sadece bir yaratım olduğunu, bu yaratımın ise tarihsel bir arka planının dahi var olmadığı noktasına ulaşır. Nitekim ulus ve milliyetçiliğin dayandığı referansların da modern bir icat olduğunu savunur. Geleneğin İcadı adlı eserinde Hobsbawm, ulusu oluşturduğu sanılan pek çok unsurun modern bir icat olduğunu ileri sürer. Lakin Hobsbawm’ın bu görüşüne karşı olarak A. Giddens ulusu, açıkça belirlenmiş bir bölgede var olan ortaklık olarak görürken uluslar oluşmadan ulusçuluğun da oluşmayacağını dile getirir. Sosyolojik bir bakış ile de Marcel Mauss, ulusu, “maddi ve manevi bakımdan bütünleşmiş, sürekli ve istikrarlı bir merkezi iktidarı olan, sınırları belirli, bilinçli olarak bir devlete ve onun yasalarına bağlı sakinlerin kültür, zihniyet ve ahlak açısından göreli bir birliğe sahip olduğu bir toplum” olarak tanımlamaktadır.
Yukarıda milliyetçilik üzerine çalışma yapmış bazı yabancı isimlerin millet ve milliyetçilik tanımlarına yer verilmiştir. Bu tanımlamaların bir kısmı, zikredilen ideolojinin belirli bir boyutunu resmetmesine rağmen, diğer taraftan tanımlama girişiminde bulunan kişilerin durdukları yeri veya konumlarını da ifade etmektedir. Çünkü anlama ve anlamlandırma sorunu, özelliklede “metin” veya “toplumsal bir olay” veya “siyasi bir söylem” söz konusu olduğunda çoğu zaman karmaşık bir hal alır. Bazen okuyucu metin sahibini veya söylem sahibini onun kendi anlam dünyasından konuştururken bazen de kendisi onun anlam dünyasına girerek onu konuşturur. Yer yer anlam içerikleri itibariyle aynı veya karşıt kategori içerisine metin sahibini yerleştirmek, aslında kendi yerinizi tayin etmenin dolaylı bir gösterimidir de. Bu nedenledir ki yukarıda ifade edilen tanımlamaların büyük bir çoğunluğu Marksist teori hareket noktası alınarak yapılan değerlendirmelerdir.
Millet veya milliyetçilik düşüncesini, tarihsel arka planı ve toplumsal değişmeleri dikkate almadan sadece modern bir ürün olarak görmek, yukarıda yapıldığı gibi milliyetçiliği bir inşa olarak değerlendirme sonucuna götürecektir ki, bu sonuç, bilimsel değil, ideolojiktir. Millet olma bilinci içerisinde dil fikrine yapılan eleştirilere gelince, milliyetçiliğin dile yaptığı vurgu, sadece aynı dili konuşuyor olmanın ötesinde bir anlam içeriğine sahiptir. Bugün ulusu oluşturan bileşenlerden en önemli kültürel unsurun dil olduğuna ilişkin yaygın bir kanaat vardır. Dilin eskiliği ve yaygınlığı ulusun meşruluğunu sağlayan araçlardan biri olarak değerlendirilmektedir. Aslında milliyetçiliğin aynı dil’i konuşmuyor olmanın getireceği çözülmeyi gördüğü daha rasyonel bir kabuldür. Belli bir aidiyet ve evindelik duygusu inşa eden dil, uluslaşma sürecinde, düşünce, inanç ve değerlerin taşıyıcısı olarak önemli bir unsurdur.
Dilin standartlaşması, siyasallaşması ile paraleldir ve bu süreç resmî dilleri icat eden ulus ve milliyetçilik çağıyla yakından ilişkilidir. Ancak dil tek bir unsur değildir. Modern dönemde dil, ulusal varlığın ve kimliğin temelini oluşturur. Bireylerin anlam dünyasını oluşturan şeydir aynı zamanda dil. Dolayısıyla ortak dil bireyleri bir birine bağlayan bir güçtür. Ancak milliyetçiliği sadece ortak bir dil ile inşa edilen bir politik söylem olarak resmetme gayretleri çoğu zaman dil’in doğasına yabancı olan bir söylemi bilimsel diye ortaya koymaya kadar varmıştır. Dil’in ölü ve donuk olduğu iddiası bu duruşun temel göstergesidir. Oysa dil, kültür alanına girer, bütün kültürel formları ihtiva eder. Dilde bir birlik yoksa millet diye bir şey de yoktur. Millet olmak, “ortak tarihsel anılara sahip olmak, kültür, sanat, mimari ve estetik hazlar anlamında bir göreceli mutabakatın sağlandığı, tarihsel arka plandan ilham alan ve geleceğe umutla bakan, ortak bir bilince ulaşmış bir topluluğun adıdır ve bu bir süreç içinde gerçekleşir: Bu süreç statik değil, dinamiktir.”. Bu tanımlama kullanılan temel kavramlardan her hangi birini çıkartıp ve onun üzerinden değerlendirme yapmak, herhangi bir eşyanın tek yönlü görüntüsünden tümelini arama gayretine benzer ki, bu da her zaman eksik bir değerlendirme olacaktır. Millet kavramına paralel olarak tanımlanan milliyetçilik, tarihsel derinliği dikkate alınmadan okunabilecek bir ideoloji değildir.
Bu nedenledir ki, milliyetçiliği bir modernleşme tezi olarak ortaya koymak; ya bu ideolojinin tarihsel derinliğini görmezden gelme ya da bu ideolojiyi oyunun dışında tutma eğiliminden kaynaklanır ve çoğu zaman üstün körü ve zayıf bir anlayışı ileri sürer. 3.Milletin Doğallığı Milliyetçiliğin modernleşme ile sınırlandırılması, uzun tarihsel süreci, toplumların inşâsını ve kuşakların tarihsel süreçte toplumsallaşmasını sağlayan yapıların göz ardı edilmesine neden olmuştur.
Popüler inançlar ve hareketleri görmezden gelerek seçkin tabakaların eylemlerine yoğunlaşma, ulus ve milliyetçiliğin güçlü duygusal boyutlarının ihmali, modernist yaklaşımın en büyük sorunları arasında yer almaktadır. Millet ve milliyetçilik üzerine önemli eserler vermiş olan diğer bir kişi Anthony D. Smith’tir. “Milli Kimlik” adlı eserinde öncelikle kimlik nedir? Ve kaç çeşit kimlikten bahsedebiliriz? Bu kimliklerin modern anlamda milletin doğuşuna direkt etkileri nelerdir, sorularını cevaplamaya çalışmıştır. Kısaca kimliğin nasıl oluştuğuna dair bu suallere cevaben cinsel, mekânsal, sosyo-ekonomik, dinsel ve etnik olarak kimliği inşa edecek temel faktörlerin var olduğunu belirtmiş ve bunları açıklamıştır.
Çalışmamız açısından özellikle bölgesel ve etnik kimliğin kökenleri, milliyetçiliğin merkez değer olarak kabul ettiği ilkelerine kaynaklık ettiğinden dolayı değerlendirilecektir. Bölgesel kimliğin sınırları belirli olan bir coğrafyaya değil, evrensel olana yönelik olduğunu ifade eden Smith, ancak bunun yer yer etnik kimliğe dönüşebileceğini de gözden kaçırmamıştır. Diğer taraftan etnik kimliğin tarih boyunca hep var olduğunu ifade eden Smith, bu anlamda diğer düşünürlerden farklı bir teori geliştirmemiştir. Smith, etnilerin varlığının tarihin en eski uygarlıklarına kadar inilerek bulanacağını iddia eder. Ve bu etnik aidiyet duygusunun doğallığını vurgular. Etnik aidiyet bir aile kadar doğal ve saftır.
Milliyetçiliğe gücünü veren şey mitler, hafızalar, görenekler, etnik miraslar ve geleneksel sembollerdir. Bu popüler canlı geçmiş, modern dönemde milliyetçi aydınlar tarafından yeniden keşfedilir ve yorumlanırlar. Her nesilde millî kimliklerin yeniden inşâsını sağlayan unsurlar mit, toplumsal hafıza ve sembollerdir.
Bu da siyasal iktidarın aklın ve bilimin dışında iş yaptığının somut örneğidir. Bir ideoloji olarak milliyetçilik, dünyanın çeşitli milletlere bölünmüş olduğunu ve bu milletlerin kendilerine göre bir karakter ve yazgıya sahip olunduğunu savunur; bireyin ilk bağlılığının kendi ulusuna olması gerektiğini destekleyen milliyetçilik, bu bağlılığın doğal sonucu olarak da böyle bir yazgıya sahip olan milletin mevcut siyasal iktidarın kaynağı olması gerektiğini ifade eder.
Bireyi, kendini toplumdan izole ederek kendi mağarasına hapseden kapitalist anlayıştan farklı olarak milli düşünce sistematiğinde birey hak ve özgürlükleri ile orantılı olarak sorumlulukları vardır. Bu sorumluluklar anayasal vatandaşlık paradigmasından daha öte bir ruhsal ve tinsel paylaşımı, özdeşimi , tasada ve kıvançta ortaklığı ifade eder. Bu anlamda bireyi etik olarak sorumlu tutar. Aslında bu tanıma Hürriyetçilik ve Şahsiyetçilik ilkesinin çağdaş yorumu da denilebilir. Bu anlamda milletin sözlü, yazılı, soyut somut bütün birikimi milli düşünce tarafından bir repertuar olarak algılanır.
Bu çerçevede milliyetçi düşünce belli bir döneme ve çağa saplanıp kalan durağan bir ideoloji değil aksine yenilenmeye, yenileşmeye açık dinamik bir hüviyete sahiptir. Muhafaza ve muhafazakârlıkla ilişkisi bu düzlemdedir. Kadim repertuarı çağın dili ile okuyup yorumlamak milliyetçi bir yaklaşımdır. Formları sabitleyerek bütün zaman ve mekânlarda tarih ve zaman aşkın olgular olarak kabul eden muhafazakârlık anlayışını doğası gereği reddeder. Sonuç olarak milliyetçilik; adil ve barış dolu bir dünyanın olabilmesi için milletlerin kendi değer dünyalarına uygun bir yönetim anlayışını, insanlığın çağdaş birikimiyle kıyas ederek zenginleştirmesi derinleştirmesi olarak değerlendirilir ki, bu algılayış demokrasiyle doğrudan ilgilidir. TÜRK MİLLETİNE SELAM ve DUALARIMLA |
||
Etiketler: Milliyetçilik, ve, Millet, Üzerine, Gerçekler, |
|