Deniz deyince kiminizin aklına “balık”, kiminizin “tatil”, kiminizin “gemi”, kiminizin “tuz” gelir. Hepsi de doğru. Ama “deniz” kelimesinin bir de mecaz anlamları var, bilirsiniz. Gelin kısaca hatırlayalım:
Deniz, çokluk demektir, bolluk ve sınırsızlık demektir. “Deniz gibi malı var” ya da “deniz gibi bilgiye sahip” deriz mesela. Deniz, derinliktir, enginliktir; gönül genişliğini de, duyguların dalgalanışını da onunla anlatırız. Deniz bazen uçsuz bucaksız bir yol, bazen belirsizliklerle dolu bir girdap, bazen de çarşaf gibi bir sükûnettir. Hatta özgürlüktür; koşup oynayan çocukları bile “deniz gibi” tasvir ederiz.
Peki, işin gerçeğinde kim ne ister? Balıkçılar durgun deniz ister. Rızıklarının kaynağı olan mavi suların rüzgârla, fırtınayla kabarması işlerini zorlaştırır. Gemiciler de sakin denizden yanadır; nice koca gemiler hırçın dalgalarla boğuşurken karanlık diplerde kaybolmuştur. Tatilciler deseniz, onların da gönlü dingin suda. Dalgalı denizi seven tatilci pek yoktur. Sörfçüler hariç tabii! Onlar dalgalarla dans eder ama adresleri Alanya sahilleri değil, okyanusun çılgın kıyılarıdır.
Şimdi diyeceksiniz ki: “Bu deniz muhabbeti nereden çıktı?” Efendim, Alanya’da bir kitap fuarı var. Kale önündeki sahil düzlüğünde, teknelerin yanı başında, açık çadırlarda yayınevleri okurlarıyla buluşuyor. Bizim yayınevimizden çıkan bir kitap da orada sergilenince, soluğu Alanya’da aldım.
Fuara sadece bir kitapla katılan tek yayınevi sanırım Liz Yayınları. O kitap da Alanya Belediye Başkan Yardımcısı Abdullah Akbaş’ın kaleme aldığı, Ahıska Türklerinin uğradıkları zulüm ve soykırımı konu edinen “Gurbette Kalan Sevda” romanı. Kitabın imza gününü bahane edip çıktım yola. “Hem tatil yaparım, biraz yüzer, güneşlenir, dinlenir öyle dönerim” dedim. Ama deniz bana nazlandı. Geldiğim günden beri sahilleri hırçın dalgalar dövüyor. Yüzmek şöyle dursun, suya ayaklarımı sokmakla yetindim.
Ve böylece bu yazı doğdu. Deniz, bana yine ilham verdi. Hatta yıllar önce kaleme aldığım “Deniz” şiirimi de hatırlattı. Çünkü deniz, bazen çarşaf gibi bir huzur, bazen fırtına gibi bir hüzün, bazen de bir kitabın kapağında saklı bir hikâyedir.
İşte “Deniz” adındaki şiirim:
“deniz
deniz
annesinden şamar yemiş
kirli saçlarını taramayan
nazlı, haylaz cici bir kız
şehlâ bakışlar ardında
uyuyan bir giz
deniz
bir çocuğun ellerinden
daha küçük ellerini
dolaştırınca üşüyen tenimde
alevler yükselir
fırtınalar kopar
volkanlar patlar
kerbela gibi kızgın
içimin girift dehlizlerinde
sulara yansıyan gözlerin aksi
ruhları saran serin bir su sesi
omuzlarından beline dökülen
târumar saçlarını durmadan
hâ bire hâ bire yüzüme
yüzüme vurup duran
içinde koca bilmeceler gizleyen
doğanın öz be öz kızı
deniz ondördünü çoktan aşmış
on yedisini hiç yaşamamış
serpilmiş de büyümüş
büyümüş de küçülmüş
hâlâ hırçın
hâlâ azgın
sevgilisini yitirmiş bir liseli gibi
gelip-gidiyor gidip-geliyor
durmadan kıyılarda
deniz şu an uyuyan
uyudukça büyüyen
büyüdükçe güzelleşen
anlaşılmayan
kaprisleri bol
annesinden, evinden
minnoş kedisinden
begonyalı balkonlarından kopan
sokaklarda sürünen
koca kafalı bir kız
siz bir bilseniz
ah bir bilseniz
o hâlâ bir çocuk
ağlıyor durmadan kıyılarda
saçları dağınık
zülfü perişan
gözleri ıslak
morarmış ağzı, burnu
bilmem ki acıdan mı
yüreğindeki sancıdan mı
taşlara vuruyor habire saçlarını
ne ağıtlar yakıyor
ne ağıtlar yakıyor
ah bir bilseniz!...”

