Onlara bakıyoruz… Gözlerinin içine… Bir şey eksik gibi, bir şey fazla. Bazen hiç tanımadığımız biri gibi geliyorlar. Bazen bir yabancı gibi, içinden çıkamadığımız bir muamma gibi… Ama sonra fark ediyoruz: Bu çocuklar bizim. Bizim dizimizin dibinde büyüyen, uykusuz gecelerde başını yastığımıza koyan, ilk adımında gözyaşımıza sebep olan çocuklar… Z kuşağı diyorlar onlara. Sanki bizden çok uzaktalarmış gibi… Ama değiller. Onlar bizim eserimiz.
Biz çocukken sokak lambasının altında ders çalıştık, onlar tabletle tanıştı. Biz bir çift ayakkabıyla yıllar geçirdik, onlar her kıyafetine uygun ayakkabı seçti. Biz büyüklerin yanında konuşmaya çekinirdik, onlar fikrini açıkça söyledi. Ve biz, tüm bunları hayranlıkla izledik. Çünkü biz istemedik ki onlar bizim gibi eksik büyüsün… Soğuk soba başlarında ısınmaya çalışmasın, boş tencerelerin ne demek olduğunu bilmesin, susup içlerine atmasınlar diye uğraştık. Ama unuttuk. Hayat öğretir. Zorluk büyütür. Eksiklik karakter yapar. Biz o acılardan geçtik, onlar geçmesin istedik. Ve farkında olmadan, onların büyümesine engel olduk.
Daha anaokulunda “sen bir bireysin” dedik. Küçücük yaşta kararlar verdirdik. Prenses olduklarını hissettirdik, kral gibi davrandık. Ama sonra o prensesin hayat karşısında nasıl savunmasız kaldığını görünce şaşırdık. “Bu kadar özgüveni nereden buluyorlar?” diye sorduk. Oysa o özgüveni biz inşa etmiştik. Ama temeli eksik kalmıştı. Sınırlar yoktu. Sorumluluk yoktu. Rehberlik eksikti.
Onlara her şeyi verdik ama sevgiyi bazen yanlış anladık. Oyuncak aldık ama oyun oynamadık. Ekran verdik ama gözlerinin içine bakmadık. Birlikte vakit geçirdik ama beraber anı biriktirmedik. Ve sonra “neden bu kadar yalnızlar” diye sorduk. Cevap içimizdeydi. Biz çok çalışırken, onlar içten içe yalnız büyüdüler. Kalabalıklar içinde sessizce… Odalarına çekildiler, biz “ergenlik” deyip geçtik. Ama o kapalı kapıların ardında belki de en çok bizi özlediler.
Eğitim şart dedik, dershanelere koşturduk. Diplomalar biriktirdik ama hayatla baş etmeyi öğretemedik. Sınav sonuçlarına sevindik ama ahlaka, merhamete, sabra hiç bakmadık. Sonra şaşırdık: “Neden bu kadar kırılganlar?”, “Neden ilk zorlukta vazgeçiyorlar?”, “Neden bu kadar tahammülsüzler?” Belki de bu soruların cevabı bizde gizliydi. Çünkü biz sabrı yaşadık ama aktaramadık. Biz sevgiyi tattık ama öğretemedik. Biz savaş verdik ama çocuklarımıza hep barış içinde bir dünya hayal ettik. Ve o hayalin içine hiç acı koymadık. Ama hayat, acıyla yoğrulur.
Şimdi onları suçlamak kolay… “Saygısızlar” demek kolay. “Bencil olmuşlar” demek kolay. Ama en zor olanı kendi içimize dönüp şu soruyu sormak: Biz nerede eksik kaldık? İşte orası çok acıtıyor. Ama kabul edelim… Bu kuşak, bizim yansımamız. Gölgesi değil, gerçeği. İyi niyetle büyütülmüş ama eksik rehberlikle baş başa kalmış bir nesil…
Henüz geç değil. Yine dizimize yatırabiliriz onları. Birlikte yürüyebiliriz, öğretebiliriz. O kapalı kapıları birer birer aralayabiliriz. Onların dünyasını küçümsemek yerine, o dünyada bir misafir gibi dolaşabiliriz. Ve belki o zaman, gözlerimize ilk bakıştaki çocukları tekrar bulabiliriz. Çünkü her kuşak bir umuttur. Her çocuk bir tohumdur. Nasıl yeşerdiğine değil, nasıl suladığımıza bakmak gerek.
Bir kuşak kaybetmedik… Sadece kendimize biraz yabancılaştık. Şimdi tanışma zamanı. Kendi eserimizle…Saygılarımla
